ŞÜKRÜ KARAKUŞ
KENDİ SÜRGÜNLÜĞÜNDEN ELEŞTİREL VE YARATICI BİR MEYDAN OKUMAYA ULAŞAN SANATÇI, ŞÜKRÜ KARAKUŞ Yalçın Sadak Şükrü Karakuş uzun zamandan beri bir sınır-dil kuruyor. Sınırda değil, sınırın kendisi olan bir dil. Batı epistemesinin kurucu ikiliklerinin (öz/görünüş, özne/nesne, ben/öteki vb.) birbirine çözündüğü yerdir orası. Orada eyleyen dil çifte bir varoluşa sahiptir, aynı anda hem oraya, hem buraya aittir. Daha doğrusu hiçbir yere ait ve hiçbir biçimde var olamamakta, aynı anda iki yakada birden eylemek istediğinden, anlam adına zamansal bir aralığı öne sürebilmektedir yalnızca. Karakuş'un herhangi bir resmine bakmak, bakışın sorunsallaştırıldığı bir sürece dahil olmak demektir. Çünkü ona bakan göz de kendini şu ya da bu konumda sabitleyemeyecektir. İçerden kuşattığını sandığı anda dışa püskürtülmüş bulacaktır kendini, yüzleştiği yerde yitirecektir...Bir gelgit-bakıştır resmi kuran ve ona bakanın da bu gelgite dahil olmaktan başka şansı yoktur. Biçimler çünkü, organik, inorganik, soyutla somut arasında bir yerdedir. Hem özgöndergeseldir hem dışgöndergesel. Renkse, gerçekle gerçekdışı arasında salınır, hem doğallık vaad eder, hem verili her albeniye yan çizer. Karakuş daima nesneye bakıyor ama gözün görme imkanlarından taşarak. Bir tür aşırı görme biçimidir bu, çıplak gözün mikroskobik boyutta da görmesi gibi bir şey. Ten burada bakışın konumlandığı mekandır. Ten, yani bedeni içe ve dışa açan sınır, organik olan her şeyde gözetilecek biçimde mecazileştirilmiş ten. Ressamın görüşü sanki hem o sınırın dışındadır, hem de gözeneklerinden onun içini gözlemektedir. Somut çağrışımlıdır biçimler, çünkü nesneye ilişkin bir yığın dışsal izle yüklüdür, gerçekdışıdır çünkü çıplak gözün göremeyeceği tuhaf özelliklere de sahiptir. Tam da bir mutasyon anını imler gibi; oluşa-geliş halinde saptanmış gibidir her imge. Karakuş bu dil kurgusunu işler kılacak uygun temaları modernliğin eleştirisine imkan verecek biçimde de genişletmektedir. Yerleşik/yabancı, iç/dış, ben/öteki gibi modernliğin kimi gözde temalarından sonra, şimdilerde, uzak/yakın teması üzerinde odaklanmış görünüyor. Hemen anlaşılacağı gibi, pek çok açılımı var bu temanın da. Heidegger'ci anlamıyla "düşüncenin doğasıyla da" ilişkili olabilir, geleneksel doğu/batı görme biçimleriyle de. Fakat temelde yine görmenin imkanlarıyla uğraştığı kesin. Yakını uzağa, uzağı yakına çeken bir bakışla, bizi içinde yer aldığımız dünyanın hakikatine uyarmakta. Daha doğrusu hakikate ilişkin her beklentinin doyumsuz kaldığı yere işaret etmekte: İşte, orada kıvrılıp dönen bir kolon doldurmakta yüzeyi, bir yaprağın büyüteç altında gözlenen damarı da olabilir, derinin gerisinde kaynaşan liflerden biri de. Ya da şu dikeyine inen yüzeydeki karakalem taramalar: Bir ağacın, gözün sıfırlandığı bir yakınlıktan da içeri çekilmiş dalları onlar, yoksa kaynaşan örümcekler ya da ona benzer yaratıklar mı? Bakış hangi sabit çıkarıma yaslanabilir ki onları adlandırmak için? Uzun yıllardır İspanya'da yaşıyor Karakuş. Orada yerleşik bir yabancı. Yersizlik yurtsuzluk onun dramı, kurguladığı, arada derede kalmış bu dil onun varoluşsal kaygılarının ifadesi. Ama aynı zamanda post-modern merkezsizlik söylemlerine de tekabül ediyor bu dil. Titiz derlenmiş kuramsal destekleri, yoğunluğu ve deneyimsel sahiciliğiyle hem de. Bu da kuşkusuz, fark edilir olmanın modernliğin eleştirisinden başlamak zorunda olduğu bir zamanda hayli avantajlı kılmaktadır onu. 2007