LAM ALTINDA…
Özkan Eroğlu
Şükrü
Karakuş’u
kesintiye
uğrayaraktan
da
olsa,
benimseyerek
izlediğimi
söylemeliyim.
Çünkü
ilginç
ve
o
denli
de
ciddi
bir
sanatçı
duruşu
ile
varlığını
belli
eder.
Onun
yapıtlarıyla
ilk
defa
1993’te
AKM’
deki
sergisi
sırasında
bir
araya
geldiğimi
hatırlıyorum.
O
sıralarda
serdiği
yapıtlarında
mikro
ve
makro
kozmos
kavramlarını
lam
altına
almış,
ortaya
birçok
karışık
teknikli
yapıt
koymuştu
ve
bu
yapıtların
hepsi
de
çağdaş
Türk
resmi
süreci
kapsamında
düşünüldüğünde
değişik
ve
bir
o
kadar
da
çağdaş
sanatın,
sanatçı
tarafına
özgü
deneyselliğine
nasıl
da
açık
olduğunu
gösteriyordu.
Bunun
da
ötesinde,
bir
çağdaş
sanatçı
mizacın
böylesi
değişimlere
her
daim
açık
olması
yönünde
sinyaller
vermesiyle
de
müthiş
derecede
etkilemişti
beni.
Hatta
bu
etkilenmenin
sonucunda
yazmaya
devam
ettiğim
ve
1995’te
tamamlanıp
yayınlanan
‘’Resmi
Yorumlarken’’isimli
kitabıma
onu
da
kattım.
Çünkü
çağdaş
bir
sanatçının
üretimi
ölçütünde
yapıt
ve
sanat
mantıklarına
bakışı
bu
olmalı,
izleyiciye
bir
heyecan
verip,
onu
değişimleriyle
şaşırtması
gerekir
diye
düşünmüştüm.
İşte
dile
getirdiğim
bu
düşünceleri,
Şükrü’nün 1998’te yayınlamış olduğu kataloguna ve resimlerine bakarken de taşıyorum.
Sanatçının
gündeme
getirdiği
yapıtları,
gerçekten
de
çağdaş
sanat
ölçeğinde
sınırların
iyice
ortadan
kalktığına
dönük
birer
belge
olmasıyla
önemli
bir
konuma
öncelikli
olarak
yerleşmektedir.
Tuval
estetiği
sınırları
ya
da
kağıt
ve
benzeri
herhangi
bir
yüzeye
düşüncelerinin
aktarmasından
öte,
yapıtları
1993’ten
bu
yana
dikkatle
incelendiğinde
görülmektedir
ki
sanatçı,
çağdaş
eğilimlerle
ilişki
kurmak
istemektedir.
Özellikle
onun
yapıt
yüzeyleri
kavramsallığın,
minimalizmin,
soyutun,
felsefi
birçok
iddianın
hareketlendiği
yerler
olarak
iyice
belirginleşmektedir.
Ve
değişmektedir.
Şükrü
her
yapıtında;
değişmeyi
seçmekten
asla
yılmamış,
hatta
bu
tavrı
tamamen
benimsemiştir.
Kendince sorgulamak istediği evreni korkusuzca lam altına almış, hiçbir deneyden kaçmadığını izleyiciye göstermiştir.
İfadelendirmeye
çalıştıklarım
doğrultusunda,
sanatında
olgunluk
sınırları
içerisinde
de
olsa,
ona
özgüleşmiş
girişimci,
değişimci,
yeni
olana
doğru
hareketlenen
yapısından
hiç
ödün
vermediği
kanısındayım.
Bunları
söylerken
Türk
resminin
bu
günlerde,
özellikle
içinde
bulunduğu
tıkanmayı
aşmada
bu
tip
sanatçılara
ihtiyaç
olduğunu
bir
kez
daha
hatırlatmak
isterim.
Sonuçta
tıpkı
1993’ten
bu
yana
olduğu
gibi
,
onu
izlemeye devam etmemiz zorunlu bir ihtiyaçtır.
Şimdi
Şükrü
ile
ilgili
iki
açılımın
varlığına
dikkat
çekmenin
yerinde
olacağı
düşüncesini
taşıyarak;
onun
ortaya
koydukları
hem
düşünsel
bir
boyutu
ve
potansiyeli,
hem
de
plastik
bir
dili
izleyiciye
sunmaktadır.
Her
iki
açılım
da
birbirinde
kopmaksızın
yoluna
devam
etmektedir.
İzleyici,
birine
diğerinden
fazla
eğilim
gösterebilmekte
ve
bu
kanalla
izleyici
de
dikkatleri
üzerine
çekebilmektedir.
Çünkü
günümüz
sanatında
sanatçı,
yapıt
kadar
izleyicisi
de
yaptığı
deşifrasyonlarla
dikkatleri
çekebilmeli,
başkalarını
düşüncelere
sevk
edebilmelidir.
Sonuç
itibariyle
bugünlerde
bile,
Şükrü
iki
felsefi
karşıtlığı
kullanmaya
devam
etmektedir.
Mikro
ve
makro
kozmos.
Bu
karşıtlık
onda
bilinçli
plastik
çoğaltımlara
neden
olmaktadır.
Bu
çoğaltımların
ana
kaynağında
ise
kombinasyon
gücü,
yanı
sıra
plastikliği
netleyen
bir
teknik
ve
soyutlama
gücünün
varlığı
da
mutlaktır.
Son
yapıtlarında,
geçmişteki
teknik
deneyimlerinin
beraberinde
getirdiği
beceriye,
dönüşmüş
boyutlar
da
yakalamaktayız.
Son
çalışmaları
için
direkt
ve
en
kısa
şekildeki
ifademe
gelince:
Gördüklerimi,
bir
lamın
altında
gördüklerime
neredeyse
eş
diyebilirim.
Böyle
bir
yaklaşım
sizleri
şaşırtmamalıdır.
Çünkü
buradan,
düşüncelerimi
daha
da
geliştirdiğimde,
bu
kez
karşıma
çıkan
bazı
gerçekler
de
hayli
dikkat
çeker:
Tek
bir
yüzeye
sığmadan
diptik,
triptik
denemelerine
yönelme
ihtiyacı
duyma;
ansızın
büyüyen
imgeler ya da tamamen iri bir şekilde bize yaklaşan cisimler, bunların da ötesinde doğa doğanın içinde saklıdır önermesine ulaşma…
Şükrü
son
yıllarda
ortaya
koyduğu
yapıtlarında
sanatta
pür
bir
amaca
yönelmenin
hatalı
olabileceği
gibisinden
mesajlara
da
yer
vermektedir.
O,
sınırları
belli,
garantiye
oynayan/oynananılan
bir
sanatın
karşısında
anarşist
bir
tavra
yönelmektedir.
Ortaya
çıkardıklarıyla
belli şeylerin karşısında olduğunu ve yine olmamasını istediği dünya hallerine protest bir duruş beslediğini de imlemektedir.
Son
zamanlarda
bir
iddiam
olan;
sorunlara
çözüm
üretme
işinin
sorumluluğunu
üstlenmiş
sosyal
gerçekçi
duruşun
figüratif
olandan
çıkıp,
soyut
sanata,
hatta
kimi
işaretlere
de
başvurabilen
ve
bir
soyutlamacı
gücü
de
yanına
alan
soyut
anlayışlara
yöneldiği
görüşümü
burada
bir
kere
daha
yinelemek
isterim.
Bunun
bu
denli
doğal
haline
dönmesi
kadar
normal
ne
olabilirdi
ki
zaten.
Önceleri
evren
içinde
yine
bir
evren
sorgulanırdı,
yani
bir
makro
kozmos
içinde
yine
dili
ve
ideolojisi
farklı
bir
makro
kozmos
(burada
dillendirdiğim
makro
olgusu
yıllarca
mikro
olarak
sunulmuştur
ve
bence
ciddi
bir
yanılgıdır)
sorgulanırdı.
Şimdi
ise
doğru
olanı
-
Şükrü’nün
son
yapıtlarıyla
da
us
ve
uslara
hatırlattığı
-
makro
kozmos
içinde
mikro
kozmos
sorgulamaları
alılmamaktayız;
hem
de
bu
alımlamaya
soyut
sanatın
derinlikleri
kullanılarak
ulaşılmakta, diğer bütün yargılar ise, izleyicinin algısına bırakılmaktadır.
2000, İstanbul